-ya da tesadüfî keşifler!
Üzerinde çalıştığınız konularda bazen küçük, komik şeyler keşfedersiniz hani; hiç beklemediğiniz bir anda, hiç beklemeyeceğiniz şekilde bir kitabın satırları arasından bir şey fırlayıverir --bir 'ip ucu'-- ve işte o ipin, aslında çok başka şeyleri nasıl da bağlayıverdiğini fark ederseniz heyecanla. Sanki zaman zaman üzerinde uğraşıp, hiçbir vakit bir sonuca varmadan aklınızın bir köşesine kaldırdığınız bir parçalar, fikirler yığını birden, o satırların arasından çıkıveren o 'ip ucu' ile birleşiverir; bir şeyler bir araya gelir, bütünleşir, ve siz o bütünü mümkün kılan 'ip uçlarını'n nereden geldiğini bilen tek kişi olmanın hafif isterik, heyecanlı tadını duyarsınız. Sadece size ait bir sır gibi, kendi zihninizdeki düşünce ağlarının nasıl örüldüğünü bilen tek kişinin yalnızca siz olduğunuz gerçeğinin verdiği o tuhaf zevk.
Tarihçiliğin büyük oranda 'dedektiflik' olduğu malumdur; kaynaklarda iz sürmek, izlere temkinli yaklaşmak, muhtemel sonuçlar çıkarmak ve ortaya bir tez sürmektir aslında mesele. Bir başkası sizden sonra başka izler bulur, ya da sadece var olan izleri farklı şekilde yorumlar, ve bambaşka bir sonuca varır. Sonuçta ortada gerçek yoktur, muhtemel gerçeklikler vardır; sürekli değişmeye, kabul ve retlere açık, kaypak bir zemin. Araştırmacı, bu çoğu zaman hiç de emin olmayan zeminde az çok tutunabildiğinde, biraz dik durabildiğinde "hatırı sayılır tarihçi" oluyor olsa gerek.
Bir zamandır BBC'nin modern Sherlock Holmes uyarlaması olan Sherlock dizisini takip ediyorum. Şimdiye kadar hiç ilgimi çekmemiş olmasına rağmen -belki biraz da aslında uzun zamandır Viktorya dönemi İngiliz edebiyatı konusuna epey uzak olduğumdan- Conan Doyle'un orjinal roman ve hikayelerini okumak aklımdan bile geçmemişti, fakat yakın zamanda kendimi www.online-literature.com sitesinden bu hikayeleri okurken buldum. Malum, Holmes'un en büyük özelliği 'çıkarım'larıdır; dikkatli gözlem, bu gözlemlerin ortaya çıkardığı kanıksanamaz gerçekler -facts-, ve bu gerçeklerin nisbeten sağlam bir mantık zinciri içinde birbirine bağlanmasıyla olayları çözme yöntemidir bu. Tamamen 'mantıklı'dır, -Doyle'a göre elbette-, tam da bu yüzden sağlamdırlar. Kısaca, ya da başka şekilde söylemek gerekirse, bilimsel bir yöntemdir bu, iflah olmaz şekilde bilimsel.
Daha önce okuyup bitirdiğim fakat tezim çerçevesinde bazı kısımlarına tekrar bakma ihtiyacı duyduğum bir kitapta birden karşıma çıktı Sherlock Holmes. Yazar, görsel malzemenin tarihçiler tarafından nasıl kaynak olarak kullanılacağını etraflıca inceler ve tartışırken birden Sherlock Holmes'la karşılaştım, bir sayfanın başında; derin, tok bir ses, hafif kendini beğenmiş bir tonla konuşurken hem de: "Giysi kollarının önemini anlamanızı asla sağlayamam... ayakkabı bağlarından sarkan büyük mevzuları da."
Aslında kitabın yazarı Peter Burke'ün tarihçilere söylemek istediği şey tam da bu; resimleri, fotoğrafları, imgeleri inceler, onları tarihyazımı için kaynak olarak kullanırken giysi kollarının ne kadar önemli olduğunu unutmayın. Hele ayakkabı bağlarından sarkan büyük mevzuları asla! Sonuçta aynı dönemde benzer konularda resim yapan A ressamıyla B ressamının giysi kollarını resmetme biçimleri pekala iki şahıs -veya dahil oldukları akım, çevre, vesaire- hakkında birbirinden çok farklı sonuçlara götürebilir tarihçiyi. Burke, bunu kendisinden önce söylemiş olan Holmes'un bir tür saygı duruşunu hak ettiğini düşünmüş olabilir, ya da onun bunu söylemek için kendisinden daha uygun bir sesi olduğunu. Haklıdır da.
En tutulan tarihi romanların, kahramanın bir gizemin peşine düştüğü kurgularla yazıldığı malum. İki örnek; biri yabancı, diğeri yerli: Umberto Eco'nun klasikleşmiş Gülün Adı; bir de İskender Pala'nın Katre-i Mâtem'i olsun. Tarihi romanın sabitleri üzerine bina edilmiş iki anlatı -cinayet, entrika, aşk, ve kitap tanıtımı yapılırken kullanılabilecek klişeleşmiş diğer kavramlar. Nihayetinde bir gizemin çözülmesidir kilit nokta; okur çoğu kez hiçbir anlamı yokmuş gibi görünen dağınık kanıtların ortasında bulur kendini, ve roman boyunca yavaş yavaş bir şeyler bir araya gelir, sonunda anlamlı, mantıklı bir şekilde her şey birbirine bağlanır ve okuyucu bir rahatlama hissiyle kapatır kitabı, çünkü gizem çözülmüştür.
Tarihçi de aslında böyle yol alır; tarihî romanın okuru gibi. Çalışacağı konuya ve döneme göre, kendisini bir sürü darmadağın, görünüşte birbiriyle bağlantısı olmayan bir sürü kaynağın -izin, kanıtın- ortasında bulur. Yapılacak şey bellidir: kaostan anlam çıkarmak. Romanın ön ve arka kapakları gibi, belirlediği zaman aralığı onun başlangıç ve bitiş noktalarıdır. Ama aradaki en büyük fark, tarihçinin aynı anda hem okurun, hem de yazarın rolünü üstlenmesidir; kurguyu yapacak, "tarihi yazacak" olan odur, bunu yapmak için "okuyacak" olan, ve bu süreçte her hayal kırıklığını ve her keşfin heyecanını yaşayacak olan da o.
(Tarihle edebiyatın karmaşık örgüsünü çözmeye, tarihe bilim kisvesi altında mumele edip onu edebi köklerinden ayırmaya çalışmak en hafif tabirle absürddür fikrimce. Adı "tarihyazımı" olan bir uğraş, edebiyattan ne kadar çözülebilir ki zaten?)
Tarihçilik bir anlamda dedektiflik, evet. Fakat olayları çözdüğü kadar kurgulayan da bir dedektif tarihçi. Tarihçiden azade tarih yoktur çünkü; geçmiş vardır yalnızca. Galiba tarih bir yerde, geçmişe bakış açılarımıza verdiğimiz isim sadece. Aradaki fark bu.
(Küçük keşifler birden büyüdü; çünkü bu yazıyı yazarken ben, üniversiteye başladıktan tam yedi sene sonra, ilk kez birinci sınıfta karşılaştığım merkezî bir tarihyazımı problematiğine kendi cevabımı -ya da kendi kabul ettiğim cevabı- buldum.)
Kendisinde böyle konularda -dir'li, -dır'lı cümlelerle yazma hakkını gören hafiften ukalalığı da haiz..
No comments:
Post a Comment