Bugün anneme dedim ki, "bir köşkü kurtaracak kadar param olsa keşke.."
Güldü annem. Biraz acıyla, "kızım, o parayla üç tane yeni ev alırsın," dedi.
"Ben yeni ev istemiyorum," dedim sıkıntıyla. Aklımda hâlâ Yakacık'taki o tepede, çamların arasında belli belirsiz seçilen beyaz köşk vardı. Toplasanız iki kez gördüm o köşkü, üstelik gördüm dediğim, hızlıca yüksek bir duvarın önünden geçerken başımı arabanın camından çıkarıp sık çamların arasında 'ben buradayım' diye fısıldayan beyaz ahşabı, gökleri delermiş gibi yükselen üç katını bir göz açıp kapayıncaya dek zihnime nakşetmekten ibaret..
Kısa bir suskunluktan sonra "İstanbul'da olması şart mı bu köşkün?" diye sordu annem. Otuz yıldır burada olup İstanbul'u bir türlü sevmeyen annem. "Anadolu'da da eski köşkler, konaklar var mesela." İnatla başımı iki yana salladım. Sanırsınız ki gerçekten köşk satın alacağım; beş dakika süren dört satırlık bir diyalogta, acı-tatlı bir oyun oynuyoruz. "Olmaz," dedim, "başka yerin köşkü olmaz." Güldüm sonra kendime, ama içimden ağlamak geliyordu. "Kedi ulaşamadığı ciğere..."
Kendimi bildim bileli eski bir İstanbul evinde yaşama hayali kurarım. Zaman olur, mütevazı kalır bu hayal; Moda'da, Bostancı'da, Erenköy'de, caddeye bakan yüksek bahçe duvarının gerisinde minik taş avlusu, arkasında düzensiz, kendi halinde, birkaç meyve ağacıyla -illa ki bir incir olacak- minicik bahçesi, iki katlı bir İstanbul evi işte. Ve tavanarası. Çünkü tavanarası olmazsa hayalin anlamı kalmaz.
Sonra sonra büyüdü o hayal. Değişti. Acıdı. Artık içinde yaşamayı düşünemiyorum eski evlerin, artık tek istediğim - hani gerçek olması hakikaten imkansız, mümkün olsa bile çok saçma olacak hayaller vardır ya - artık sadece istiyorum ki tek tek, hiç birini atlamadan, İstanbul'un bildiğim, bilmediğim her köşesindeki eski, harap, terk edilmiş köşkleri, evleri, kurtarsam.. Hayır, benim olmasınlar; hayır satın almayayım onları, ama sadece, bir şekilde, nasıl olursa olsun, İstanbul'un ahşap evleri artık yok olmasın.. Dursun bu süreç. Zaman dursun... Yapmasın bunu.
"Bakma," dedim anneme sonra, "ben de bilmiyorum neden böyle olduğunu. Normal olan, doğal olan bu değil mi zaten? Binalar, şehirler eskir, eskiyen yıkılır, yok olur, yerine yenisi gelir.. Bu hep böyle devam eder.. Öyleyse neden ben...?"
Hakikaten... neden ben böyle...
"Süheyl Ünver adını duymuş muydun?"
"Duydum, ama kim olduğunu bilmiyorum."
"Hoca Ali Rıza Efendi'yi biliyorsun, ressam olan.. Süheyl Ünver, onun öğrencilerinden. İstanbul'u adım adım dolaşarak her köşesini not düşmüş. Gördüklerine bildiklerini katmış, fotoğrafın lüks olduğu bir zamanda notlarının yanına, arasına çizimlerini düşmüş; metin resme karışmış notlarında; Osmanlıca, Latin harflerine..." Ekleyemedim aklımdan geçeni, "galiba sonunda benim de tek yapabileceğim Ünver gibi yapmak; kadere rıza gösterip, bir hayalini kurtarmaya çalışmak bu şehrin.."
~ * ~
Kadıköy rıhtımda, Deniz Otel'in hemen dibindeki ahşap evi bilirsiniz. O evi ilk gördüğümde lisedeydim. Otobüs önünden geçerken gözlerim ona takılıp kalmıştı; çatısındaki oymalı saçağa, tavanarasının minik yuvarlak penceresine, önündeki o koca çınara ve çınarın dibindeki dörtköşe, beyaz çeşmeye.
Neredeyse on yıldır o evin yavaş yavaş çürümesini, çökmesini, ölmesini izliyorum.
İlk önce çınarı kestiler. Geriye yana doğru eğilmiş, koskoca bir gövde kaldı, çıplak, kuru, ve vazgeçmiş.
Sonra panjurlar kapandı, kilitlendi, pencerelere tahtalar çakıldı.
İçine girmeye bile gerek duymadan önüne biriken madde bağımlıları mesken edindi sonra evi.
Bir gün, çınarın beyaz gövdesi de yok oldu. Bir zamanlar köklerinin olduğu yeri çevreleyen dört köşe kaldırım taşı kaldı yerine, tuhaf bir mezar taşı gibi.
Çatının çöktüğünü gördüğüm gün gözlerim doldu, kendimi vapura nasıl attım bilmiyorum. Karşıma sorumlu olabilecek herhangi biri çıksa, hırsımdan ne yapardım bilmiyorum.
~ * ~
Nispeten daha az kişi bilir Kartal sahildeki küçük ahşap evi. Hükümet konağının arkasında, dolmuş duraklarına bakan hani.
Geçenlerde sahilde yürürken o minik parkı geçip dolmuş durağına girdim. Niyetim, sürekli koşuşturmaca içindeyken baktığım evi daha yakından incelemekti.
Banka oturdum. Kaşlarım çatıldı, bir değişiklik vardı evde.. neydi ama? Birden fark ettim; evin ikinci katının yarısı tümden betona dönmüş. Ne ara oldu bu? Farkında bile değilim!
Sonra sonra bir başka zaman, o evin ön cephesinin baktığı sessiz sokaktan geçtim. Ne kadar güzel, güleç yüzlü bir evmiş meğer! Denize, caddeye arkasını dönmüş, kamburunu çıkarmış, ama kapısının, pencerelerinin oymaları tertemiz, güzelim bir evcik..
İçinde oturanlar var, bu iyi mi, kötü mü bilmiyorum. Yıkılmaz belki. Çökmez, yakılmaz.. Ama değişir. Betonlaşır giderek. Gider, yerine bir apartman dikilir. Denize neredeyse sıfır, merkezde, dolmuş durağının dibinde - bugün kim kaçırır böyle yeri...
Belki bu acımada, bu serzenişte, biraz da kendini bilmezlik var.. biraz da şımarıklık, bütün bu evlerin, şehrin sahibi benmişim gibi, biraz tepeden bakmak..
"İstanbul elden gidiyor" edebiyatının olmazsa olmazları...
~ * ~
"Eskiden eskinin kıymeti, kullanılabilirliğindeymiş," diye konuşmuştuk bir başka sefer. "Ama eski kıymete binince, kullanılacak olan, bakılacak hâle gelmiş." Zamana dokunmak gibi gelir ya eski bir şeye yakın olmak. Müzelerde insanın her zaman pek de kolay duyamadığı o his, belki kendi ailesinden kalma bir yadigar karşısında çıkar gelir; büyükannemin kısa yeleği, dedemin dükkanındaki terazi, şu veya bu.. Üzerinde birilerinin izi kalmıştır eşyanın, değeri bundan gelir.
O iz galiba insanı eski köşklere, harap binalara çeken. Kimi insan -aslında çoğu insan- durup tahayyül etmeye çalıştığını söyler, kimler yaşamış, neler yaşamış bu köşkte. Ben yapmam bunu, hiç yapmadım. Düşünmem. Çünkü o iz, o cazibe... aklı geçip doğrudan gönle dolan etkisi geçmişin.
Neden değil.. ama galiba bir açıklama.
~ * ~
Nazan Bekiroğlu'nun Nar Ağacı'nı okuyorum. Uzun zamandır satın aldığıma gerçekten memnun olduğum tek roman. Uzak olmayan bir tarihin samimi ve derin bir hikayesi. Tavsiye edilir.