Suluboyaya özendiğim kadar korkarım da kendisinden. Blogdan da anlaşılacağı üzere genelde el uğraşılarından çekinmiyorum; bir şey gözüme hoş göründü, heves ettiysem, mutlaka bir ara cevvallenip deniyorum. Hani genelde kıvırıyorum da böyle şeyleri, ama becerebileceğimi gördüğüm an da hevesim kaçıveriyor. İşte tam da bu yüzden suluboya çok büyük bir zorluk, o kadar da büyük bir zevk benim için.
Çok uzun zamandır kedinin ciğere baktığı gibi içli içli bakıyorum suluboya resimlere. Hele o botanik çizimler yok mu! Salına salına açılmış her bir çiçek yaprağı, nazenin kıvrılmış yapraklarda her bir damar, asil hindibanın her bir tohumu... Nasıl bir zerafet! En ince detayına kadar aynı resim herhangi bir başka teknikle yapılsa aynı etkiyi kesinlikle yakalayamaz.
Düştüğüm ilk ve en büyük hata, suluboyayı yağlıboya ya da akrilik gibi düşünmek, öyle kullanmaya çalışmakmış. Yağlıboya yoğundur, kapatıcıdır. Tuvale bir rengi sürüp üzerine başka bir renk sürdüğünüzde renkler birbirine pek karışmaz, koyduğunuz gibi duruverir. Kontrol etmek müthiş bir maharet istemez yani, fırçada ne varsa tuvalde de aynısı vardır.
Suluboyada fırçaya aldığım rengin kağıtta neye dönüşeceğini kestirebilmek zaten herhalde bu işin yarısını çözmek demek. Fırçadaki boyanın yoğunluğunu kontrol etmek, katman katman gitmek, ıslak kağıt üzerine çalışmak, farklı katmanlar boyarken alttakinin kurumasını beklemek, resim tamamen kuruduktan sonra ciddi şekilde değişiyor olması... Velhasıl, suluboyayla ilgili vardığım yargı, "nasıl çalışırsam en sonunda ortaya ne çıkacak?" sorusunun cevabını az çok kestirebilecek hale gelinceye dek denemek, denemek, denemek gerektiği.Yani suluboya resim yaparken işler pek çizgisel yürümüyor, yarısına geldiğinizde resmin yarısı ortaya çıkmış olmuyor; siz bir şeyler yapıyorsunuz yarı kestirerek, yarı edindiğiniz tecrübeye dayanarak, durup bekliyorsunuz, ve resim bitip kuruduktan sonra hep birden ortaya çıkıyor.
İlk suluboya denemelerim -birkaç sene öncesinden- o kadar fenaydı ki boya kuruyup sonucu görür görmez hepsini attım sanırım. Aman Allahım, nasıl kötü görünüyor o renkler kağıdın üzerinde, sanki suluboya fırçasıyla ince ince uğraşmamışım da yanlışlıkla badana fırçasını kağıdın üzerine düşürmüşüm, öyle fena! Tuhaf kahverengi bulamaçlar, acayip gri tonları.. Halbuki yeşiller, mavilerle başlamıştım işe, nasıl oluyor da tüpten ilk çıktığından pek albenili o güzelim renkler yok oluveriyor? Pigment işine akıl sır ermiyor! Defalarca bir elimin altındaki malzemeye, bir ekrandaki suluboya şaheserlere bakıp ikisini bir araya getirmekte zorlandığımı biliyorum. Allah Allah, ne ola ki bu işin sırrı?
Sırrı çözmüşüm gibi konuştuysam affola- nerede? Ama galiba ucundan kıyısından anlamaya başladım; hani kilitli bir kapıydı sanki de sonunda şöylece bir aralayıp içeri usulca göz atmayı başardım.
Düştüğüm ilk ve en büyük hata, suluboyayı yağlıboya ya da akrilik gibi düşünmek, öyle kullanmaya çalışmakmış. Yağlıboya yoğundur, kapatıcıdır. Tuvale bir rengi sürüp üzerine başka bir renk sürdüğünüzde renkler birbirine pek karışmaz, koyduğunuz gibi duruverir. Kontrol etmek müthiş bir maharet istemez yani, fırçada ne varsa tuvalde de aynısı vardır.
Suluboyada fırçaya aldığım rengin kağıtta neye dönüşeceğini kestirebilmek zaten herhalde bu işin yarısını çözmek demek. Fırçadaki boyanın yoğunluğunu kontrol etmek, katman katman gitmek, ıslak kağıt üzerine çalışmak, farklı katmanlar boyarken alttakinin kurumasını beklemek, resim tamamen kuruduktan sonra ciddi şekilde değişiyor olması... Velhasıl, suluboyayla ilgili vardığım yargı, "nasıl çalışırsam en sonunda ortaya ne çıkacak?" sorusunun cevabını az çok kestirebilecek hale gelinceye dek denemek, denemek, denemek gerektiği.Yani suluboya resim yaparken işler pek çizgisel yürümüyor, yarısına geldiğinizde resmin yarısı ortaya çıkmış olmuyor; siz bir şeyler yapıyorsunuz yarı kestirerek, yarı edindiğiniz tecrübeye dayanarak, durup bekliyorsunuz, ve resim bitip kuruduktan sonra hep birden ortaya çıkıyor.
Bu gül resmini yaparken fırçaya aldığım boyanın yoğunluğunu ve akışkanlığını, ne durumda ortaya ne çıktığını görmek ilginç oldu. Yaprakları, dalları çizerken ince fırçaya nispeten yoğun (bol değil, yalnızca az sulu) boya aldım, böylece neredeyse kalem gibi kullanabildim. Daha "ilüstrasyon" tarzı yapraklarda ince firçayla, az sulu boyayla, küçük küçük çalışmak gerekiyor sanırım. (Yine "sanırım" anahtar kelime.) İş güllere gelince bu tabaka tabaka çalışma işini denedim: önce her birini çok çok sulu bir tabaka asıl renkle boyadım, biraz kuruduktan sonra daha az sulu bir orta ton, onun üzerine daha da koyu bir ton, ve sonra gölgeler... Eh, en azından teoride öyleydi! Görülgüğü üzere her biri birbirinden farklı oldu.
Derken, bunlar kuruyadururken aradan iki hafta geçti -o arada kaç kitap devirdim, kaç rika kelime söktüm, kaç kere dönem sonunun yaklaştığını fark edip panik yaptım tam emin değilim- ama dün ancak akşam vakti yataktan çıkacak enerjiyi bulunca yine gecenin bir vakti kendimi önümde çalakalem bir eskiz, fırçayı boyaya bandırırken buldum.
... ve gece saat ikide ortaya şöyle bir şey çıktı..
Gördüğünüz üzere meyvecikler pek düzgün, pek pürüzsüz, pek gerçekçi.. ;) Dedim ya suluboyadan hem korkarım, hem çok zevkli diye.. Şu birkaç haftada o korkuyu biraz azaltacak kadar bir şeyler keşfettim kendisiyle ilgili. Bilmediklerim daha çok, çok fazla, bu yüzden o korku azalırken zevk giderek artıyor. Mesela katmanları az çok anladım, ama giderek koyulaşan katmanlar nasıl birbirine yedirilip pürüzsüz bir doku elde ediliyor?
Bilmiyorum, ve bazen henüz bilmiyor olmak gerçekten çok güzel... Bir sonraki suluboya maceram sanırım Ocak ayı ortasından önce Kağıtlık'a varamayacak, o zaman kadar sağlıcakla kalınız efendim..