Sunday, December 25, 2011

Yields of Sunday evening



After two full weeks of research, I needed to go back to folding papers to relax a bit. At first I made a simple star box out of necessity, and placed it by the mirror to hold the spare coins in. But after a few hours of wrestling with a hand-written letter which included words like 'Saint Augustus', 'Hypatia' and 'Madame Palmer', and two petitions to the Sublime Porte in rik'a, I needed some mindless music and something just as mindless to occupy my hands in order to shake off the headache.


I'm proud to declare that at this point, I no longer have paper cuts on my fingers. Quite an accomplishment!



For the flowers, I used the pre-cut blue paper I had in store, and loosely colored the corners in purple and dark blue to create some texture. My flowers are about three times bigger than the one the demonstrator makes in the video, and still it was a challenge to fold the leaves in. Still, I think they look pretty enough, if a bit rough.



For the box I used craft-paper simply because they're already cut in squares and I was too lazy to bother with measuring and cutting. The base box is standard; as for the ornament on top, I folded a jasmine(!) and glued it on top of the flat lid.


The real wrist ache doesn't come with the folding. It comes with holding the camera in weird angles while trying to get a nice picture. ;-)

Thursday, December 15, 2011

Lisan-ı Kadîm Üzerine Birkaç Kelam


1 Rebiülahir 1314/9 Eylül 1896 tarihli bir dilekçeden alıntıdır:

"... saikâ-i zucretle mektebi terke mecbur ve sâye-i maarifvâye-i hazret-i tacidarda şimdiye kadar kesb eylemiş olduğu tahsili ikmalden mehcul olacağı mebnî fariza-i zimmet-i ubudiyyet olduğu vechile cânib-i seniyyü'l-cevânib hazret-i zıllullahîye isticlâb-ı da'vât-ı hayriye için bu bâbda atebe-i ulyâ-yı şevket ihtivayı hazret-i tacidarîden istirhama cüret olunmuş olmakla emr ü ferman hazret-i men lehü'l-emrindir."

~ * ~

Bir öğrenci okulu bırakmak zorunda kalmış, ve eğitiminin yarım kalmaması için okul masraflarının devlet tarafından karşılanması isteniyor. Hepsi bu.

Ben daha ne diyeyim? Benim bütün kelimelerim ikinci el!

~ * ~

Salınıp duruyorum bir sürü ikilem arasında. Çok fazla şeyi merak ederken, öğrenmek için ne kadar az vakit olduğunu fark ediyorum. Kendimi uçsuz bucaksız bir deniz deryanın içine atmışım meğer; can havliyle batmamaya çalışıyorum. Derine indikçe gözlerim açılıyor, ama dehşet, hayranlığı önceliyor, çünkü elimi uzatsam kolumu kaptıracağım sanki; bir tarafa biraz daha inmek istesem, sanki içinde yutulup kaybolacağım. Yüzmeyi biraz öğrendimse de dalmayı bilmiyorum henüz; korkum bundan herhalde.

Bazen Osmanlıca okurken göğsüm daralıyor. Nokta bir kenara, o upuzun metinlerde bir virgül dahi yok ya, sanki bütün sayfayı tek bir nefeste okuyup anlamam gerek gibi geliyor. Bir yerlerde durup derin bir nefes alıyorum bazen; bazen kırmızı kalemle bir nokta zorluyorum metnin ortasına. Akıp gidiyor çünkü; coşup gidiyor bu dil, ve dizginlemezsem kapılıyor, boğulup gidiyorum. Bir boğuşmacadır gidiyor aramızda.

~ * ~

Yazma okumaya ilk başlarken garip bir utangaçlık vardı üstümde; nihayetinde dört dönem Osmanlıca görmüş, her türlü el yazısını devirdiğimiz paleografya dersinden bile kalmama başarısını gösterebilmiştim(!). Sözüm ona, benim bu dili okuyabiliyor, anlayabiliyor olmam lazımdı. Ama bu işe birlikte başladığımız insanların azımsanamayacak bir kısmının benimle aynı durumda olduğunu öğrenmek, beni rahatlattığı kadar da kafamı karıştırdı. Muhtelif üniversitelerin tarih bölümlerinde okumuş, Osmanlıca dersi almış insanlarız çoğumuz. Ama ortaya çıkan acıklı manzara şu ki, buna rağmen bu dili hakkıyla öğrenmek, ancak şahısların ilgi ve insiyatifi ile okul ve üniversiteler dışındaki kurumların kalitesi ve erişilebilirliğine bağlı.

Liselerde seçmeli ders olarak Osmanlıcanın müfredata girmesi konuşuluyor. Girsin. Bu dile giriş ne kadar erkene çekilirse o kadar iyi; çünkü tarih bölümü bitirmiş birinin dahi Osmanlıcayı matbu seviyesinde şöyle-böyle okuyor olması fena bir durum.

~ * ~

Bugün arşivdeki hedefim belli oldu. Daha önce hiç arşive gitmedim. Hoca, bakacağım defterlerin yazısının 'son derece temiz' olduğunu söyledi ama, neyle karşılaşacağımı henüz bilmiyorum. Arşivlerden bahsederken Divanî yazıyı okuyamadığımı söyledim. Hoca hiç beklemediğim bir tavırla 'dert ettiğin şeye bak' der gibi bir jestle, bunun sadece alışkanlık meselesi olduğunu, kendisinin de rik'a yazısını hiç okuyamadığını söylemesin mi?

Ben ne diyeyim? Tebessüm ediyorum sadece.

Bir de arada bir kelime çalıyorum işte..



Saturday, December 10, 2011

Illustration: Flowers ~




                                                

Monday, November 28, 2011

Kahvelik

İnsan hep bu kadar tatminsiz mi gider ömr ü hayatı boyunca?

İnsan final döneminde sabahlara kadar ders çalışıp, her gün üst üste sınavlara girmeyi, keman teli gibi gerilmeyi, midesinin kasılmasını, harıl harıl kağıt doldurmayı nasıl bu kadar özler?

Çok kahve içiyorum son zamanlarda. İskender Pala'nın Kahve Molası'nı da okuyorum. Türk kahvesini her seferinde farklı şekilde pişiriyorum, nasıl en fazla köpük elde ederim diye. Köpüklüsü, köpüksüzü, serti, sütlüsü bir kenara da...


Gönül ne kahve ister, ne kahvehane,
Gönül sohbet ister, kahve bahane.

Monday, November 21, 2011

Manuscripts and New Boxes


Osmanlıca öğrenmek müthiş bir merak olmadı hiç benim için. Ama insanın, daha önce kendine hiçbir şey ifade etmeyen şekilleri sökmeye, anlamaya, anlamlandırmaya başlaması kadar büyük bir haz var mı? "Atûfetlü efendim hazretleri"ne hitaben İtalya sefaretinden Afrika kıtasındaki bir küçük "ahali-i islamiyye"ye gönderilecek kitaplar hakkında arzuhal okumak, nihayet, dedirtiyor bana, nihayet havada uçuşan teoriler yerine tarihin kendisine, aslına temas ediyorum. Nihayet elimde tutuyorum kanıtı, "anlatılanlar"ın "gerçek" olduğunun kanıtını. Nihayet, diye hissediyorum, tarihçi oluyorum. Bir adım daha ileri. Bir adım daha derine. Daha gerçeğe.

Tarihçilik, garip bir dedektiflik oyunu. Bir merakın peşine düşüp, taştan taşa sekerek bir yol çizmek çölün ortasından. Benim yolumun seninkinden doğru olduğunu kim ispat edebilir? Hep birlikte seksek oynuyoruz.

Kahverengi kutuyu anneme doğum gününde aldığım bir çift küpeyi koymak için yaptım. Kitap almak için girdiğim kırtasiyede süsler gözüme çarptı, aldım. Kutularda garip bir "Christmas" hediyesi havası var ama, tevafuk oldu diyelim.

Fotokopi arzuhallerle işim bitince onlardan da kutu yaparım belki. Pandora'nın Kutusu. Anlamı parmaklarımın ucunda duran el yazmaları, tam da kara kutu gibi değiller mi zaten?


I've never had a keen interest in learning Ottoman Turkish; what I learned has been for the sake of my profession. But now that I'm on to reading manuscripts, this has become an exiting adventure of discovery. Just as it is in learning any new language; with every word, with every phrase learned, a little more light shines in the darkness of a world long gone. To read petitions to the Sublime Porte from the Italian embassy about book to be sent to a tiny Muslim community in Africa.. Finally it feels like I'm one step closer to reality. Finally, instead of grippling around ungrounded theories, I'm holding proof in my hand that what's being told is indeed real. One step deeper into the past. 


It's a bizarre detective game, what I'm trying to learn. Making up paths in the middle of a dessert, plunging after a curiosity. Who can say my way is more correct than anyone else's? We're playing hopscotch, skipping form one thing to the next. Whatever we can find.

The brown box was for putting in the earrings I bought for my mother's birthday. I found the decorations in a stationary-bookshop while buying books, and couldn't resist. That the boxes have a Christmas-y air to them is pure coincidence.

When I'm done with the photocopy manuscript, maybe I'll make a Pandora's Box with it. These manuscripts have their own secrets, to be kept to themselves until I open them up. Wouldn't that be fitting?

Saturday, November 5, 2011

Portrait

It's kind of interesting to know that a portrait like this:


comes from a spur-of-the-moment sketch like this:


I suppose resemblence to AJ Cook could've been much more if I'd been patient enough to use grids. Disregarding whom it's suppossed to portray, I'd say, for now, I'm satified. In a few days' time I'll start seeing only the mistakes and the rogue strokes, but that's quite inevitable.

Tuesday, October 25, 2011


Sanırım origamiye hiç bulaşmamalıydım. Fakat kare şeklindeki bir kağıdı çoğu zaman simetrik olarak katlayarak ortaya böyle sevimli (ve çoğu zaman kullanışlı) şeyler çıkarmak, simetri takıntımı öyle bir tatmin ediyor ki, kolay kolay bırakabileceğimi sanmıyorum.

İlk gördüğümde gözüme çok zor görünmesine rağmen aslında bu çiçekleri yapmak gayet kolay. Her bir yaprak en fazla iki dakika alıyor, beş yaprak ayrı ayrı tamamladıktan sonra yapıştırıcıyla birbirine sabitleniyor.


Yıldız şeklindeki kırmızı çiçek ise diğerine nispeten epey daha zahmetli. Tek bir standart (kare) origami kağıdından yapılmasına rağmen çok defa kağıdı katlayıp açmak, bir beşgen şeklinde kesmek, sonra daha çok katlayıp açmak, ve en sonunda çiçek formunu verirken de ince çalışmak gerekiyor. Ayrıca, burada da görüldüğü üzere, kaliteli kağıtla çalışmıyorsanız yaprakların kenarları pek de olması gerektiği gibi kavisli ve düzgün olmuyor. Ama bence yine de sonuç zahmete değer.



Tabii ki origami merakımın asıl nedeni kutular. Kutu yapmak için origamiye bulaşmamın ilk sebebi de atmaya elimin varmadığı, fakat hiçbir şeye kullanılmayacak, çoğu da ta ilk okul zamanımdan kalma kitap kaplama kağıtlarını değerlendirmek istememdi. Bu kağıt parçaları, ilk origami denemelerim için kullanılarak kendilerini kurtardılar. Sonraysa ne olduğunu anlamadan kendimi bir sürü kutu yaparken buldum!


Küp biçimli kutular yalnızca kağıtları kurtarmıyorlar, çok kullanışlı olduklarını da en baştan kanıtladılar. Düz kapaklı ve yapımı nisbeten basit olan kutular ataş, iğne gibi ufak şeyleri koymak için ideal. Kapakları kulplu olanları yapmak biraz daha zahmetli; aynı modülden dört adet yapıp sonra iç içe geçirmek suretiyle birbirine kilitlemek gerekiyor ki, aslında parçaları düzgün şekilde birleştirmek işin en (aslında tek) zor yanı. Bu kutuları Ramazan bayramında çocuklara vermek için içlerini şeker doldurarak kullandım.

Fakat benim daha da kullanışlı bulduklarım, sekizgen kutular. Sekizgen bir kutu yapmak en az bir saat sürüyor. Taban ve kapak için sekizer olmak üzere toplam on altı parça kağıt, kapak üzerinde değişik rüzgar gülü motifleri için farklı şekilde katlanarak hepsi birbirine geçiriliyor.


Bu kutular el altında durmasını istemediğim her türlü ıvır zıvır için kullanışlı; çekmece içlerinde kırtasiye malzemelerini bir arada tutmak için; takı-aksesuar, anahtar, gözlük gibi ufak tefekler... Dağınıklığı ortadan kaldırmak için birebir.



Geçen hafta bir kitap-kırtasiye dükkanından çıkarken gözüme takılan renkli fon kağıtlarından, kutularda kullanabilir miyim diye düşünüp birkaç tane aldım. Kullanılan malzemenin kalitesi ortaya çıkan işte çok açık fark yaratıyor. Kalın fon kağıdından yapıldıklarından, bu kutular çok daha sağlam. Üzerlerindeki fiyonklarsa bir kürdanla kıvırdığım kağıt şeritleri.
İnşallah yakında iyi bir fotoğraf makinesi alınca fotoğraflar da daha net ve güzel olacak. Ama şimdilik kağıt katlamaya bir süre için ara verip, hâlâ öğrenci olduğumu hatırlamam gerek.